Site icon Kitapİncele.NET

Kemal Haşim Karpat – Türk Demokrasi Tarihi

Kemal Haşim Karpat, hayatı başarılarla ve Türk tarihi üzerine araştırmalarla dolu, Türk Tarih Kurumu şeref üyesi, önemli bir isimdir. Uzun yıllar yurt dışında yaşamış olan Karpat’ın eserleri önce Amerika’da İngilizce olarak yayınlanmış olup daha sonra Türkçeye çevrilerek ülkemizde yayınlanmıştır. Karpat’ın “Türk Demokrasi Tarihi” kitabı, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden 1958 yılına kadar olan siyasi tarihi inceler. Padişahların yetkilerinin sınırlandırılmasından Cumhuriyetin ilanına kadar olan bu süreçte halkın tepkisi, refleksif doğan toplumsal hareketler, siyasi partilerin teşekkülü, tek parti dönemi, çok partili hayata geçiş ve özgürlük ve demokrasinin ülkemizdeki metamorfozu anlatılır. Tarih, bir bilim dalı olmasına rağmen, ülkemizde ve dünyada objektif bakış açısının son derece sınırlı kullanıldığı, kişisel fikirler ve tercihler sebebiyle “yanlı” bir şekilde ele alınan bir alandır. Bu bakımdan tarih kitaplarının ne kadar doğru bilgi verdiğine şüpheyle yaklaşılmalıdır. Bu şüphe, tüm tarih kitaplarına olduğu gibi, Karpat’ın kitabına da yöneltilmeli ve eser bu çerçevede okunmalı. Eserle ilgili külli bir değerlendirme yapmak eserin muhteviyatının genişliği sebebiyle zor. Bu sebeple sadece bazı kilit noktalardan bahsedeceğim.

1945 yılında çok partili hayata geçişin sağlanmasında CHP’nin katkısı olduğu belirtiliyor. Ancak kitabın tamamına bakıldığı zaman bu katkının istenilerek yapılan demokratik bir hamle olmadığı görülüyor. CHP, parti içindeki aykırı seslerin farkındaydı. Aykırı düşüncelerin zamanla daha kalabalık bir kesim tarafından dile getirildiğini de yakinen takip ediyordu. Dolayısıyla CHP, bazı vekillerin partiden istifasının önüne geçemedi ve durumun daha da kötüleşmesine mani olmak istedi. Bu amaçla, bir yasa çıkararak başka partilerin kurulmasına önayak oldu. Sonuçta CHP’den ayrılan vekiller DP’yi kurdu. CHP, DP’nin kuruluşu ile tek parti olarak daha fazla mecliste kalamayacağını da biliyordu. Çok partili sisteme izin verilmeseydi, bu muhalefet etkisi artabilir ve halkın külli bir tepkisi gerçekleşebilirdi. Son olarak CHP, kendisini çok güçlü görüyordu, DP’nin bir gün iktidarı alacağına asla ihtimal vermiyordu. Zaten DP’nin iktidar, CHP’nin muhalefet olduğu seçim sonuçlarının hemen akabinde bazı generaller İnönü’ye iktidarı askeri olarak kendisine verebileceklerini belirtiyor. Burada İnönü bunu reddederek kendisine yakışanı yapıyor ancak böyle bir teklifin askeri kanattan gelmesi son derece önemlidir. Özetle CHP, büyük bir rıza göstererek değil, menfaatlerini ve gücünü ileriye dönük koruma içgüdüsü ile çok partili hayata geçişi sağlıyor. CHP’ye göre halkın olgunlaşması için en az 20 yıl daha tek parti iktidarının devam etmesi gerekiyordu.

Cumhuriyetin ilanından sonra ülkemizde 3 ana akım bulunuyordu; batıcılar, muhafazakârlar ve ılımlılar. Atatürk’ün de içinde yer aldığı batıcılar, ilerleme ve büyüme için en önemli yolun batıya benzemek olduğuna inanıyorlardı. Latin alfabesinin kabul edilmesi ve tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi uygulamalar bu amaçla yapılıyordu. Ancak Karpat bu uygulamaların toplum tarafından asla kabul edilmediğini belirtiliyor. Sadece birkaç cümle ile özetlenen bu durumun devamında, toplumsal tepkilerin bu dönemde nasıl gerçekleştiğinden bahsedilmiyor. Bir diğer husus, Atatürk’ün uygulamaları ve devrimleri, mevcut 3 ana akımdan sadece batıcıları memnun ediyor. Bu gelişmelere ılımlılar dahi bir şüpheyle yaklaşıp kültürel transferin doğru olmadığını belirtiyorlardı. Örneğin 30 Ocak 1932 tarihinde Türkiye’de ilk defa Türkçe ezan okundu ve bu uygulama kısa süre sonra da yasalaştı. Muhafazakâr kesimin bu uygulamaya şiddetle karşı çıktığı belirtilmesine rağmen, toplumun tepkilerini nasıl gösterdiği eserde anlatılmıyor.

“Vahdettin’in İngiliz mandasını kabul etmesi” ve “Atatürk’ün öldürülmesi için fetva verilmesi” gibi, bazı tarih kitaplarında şaibeli ve şüpheli olarak verilen bilgilerin bu eserde katiyetle doğru olduğu yazıyor. Bu bilgilerin doğruluğunu veya yanlışlığını gösterir daha sarih ve emniyetli dayanaklara ihtiyaç duyulduğu bir gerçek.

Karpat’ın eserinde dikkat çeken bir diğer nokta ise laiklik rejiminin, tanımından çok uzak uygulamalara sebep olması. Din ve devleti birbirinden ayırmak bir yana, dine nesnel bir hükümet bakış açısı veriliyor ve dine ait değerler, kitapta yer aldığı üzere, hor görülüyor. Oysa din düşüncesi devlet tarafından değil bireyler tarafından nesnel olarak değerlendirilir ve yöneticilerin dini yaşamada bireylere zorluk çıkarmaması, dini hor görmemesi gerekir. Gerçek laiklik, din ve devlet yönetimini birbirinden ayırmak ancak din yönetimini de apolitik resmi bir kurum üzerinden devam ettirmektir. Bunu yaparken de dinin özünde bulunan (ezanın dilinin değiştirilmesi gibi) özellikler değiştirilmez, din hor görülmez (bazı camilerin kışla yapılması), din eğitimi bir kenara itilmez (cumhuriyetten sonra ilk 20 yıl Türkiye’de hiçbir din eğitimi yoktu), dinini yaşamak isteyen vatandaşa kötü ve aşağılayıcı bir nazarla bakılmaz (bu insanlar gerici denilerek dışlanıyordu). Oysa tüm bunlar sistematik olarak yapılıyordu. Hatta tarih kitaplarında İslam ve Türk birlikteliğini önemle gösteren yerler olması gereken ciddiyette anlatılmıyor, geri planda bırakılıyordu. Dolayısıyla Karpat’ın eserine göre laiklik çok yanlış bir şekilde uygulanıyor ve devlet bu konuda apolitik bir zihniyeti koruyamıyordu.

Karpat’ın ifadelerine göre Cumhuriyet döneminde, 1936 yılında bazı camiler kışla olarak kullanılıyor. Atatürk’ün haberi olmadan böyle bir uygulama yapılabilir mi? Atatürk’ün haberi varsa neden bunu yaptı? Herhangi bir savaşın olmadığı bu yılda, başka bir yer yokmuş gibi neden camiler kışla yapılıyordu? Laiklikten anlaşılan bu muydu? Eseri okuyan herkesin sorması gereken bu sorular halen ülkemizde cevaplanmamış veya cevaplanması yasaklanmış sorulardır. Eserde laiklik üzerine daha fazla değinilebilirdi. Laiklik ilkesine dair tek parti döneminde yapılmış tüm uygulamalardan bahsedilmesi ve halkın bu uygulamalara nasıl tepki gösterdiğinin anlatılması daha iyi olurdu.

Eserdeki bir diğer önemli kısım, CHP’li bürokratların halka bakış açısıdır. CHP’li bürokratlar, vatandaşların ülke yönetimine dair cahil olduklarını, söz sahibi olmamaları gerektiğini, sadece oy verip gerisine karışmamalarını, yapılacak devrimler ve yenilikleri anlayamayacakları için vatandaşların olumsuz tepkilerine bakılmadan uygulamaların yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. CHP’ye göre halk, siyasi olgunluğa erişmemiş olup siyasi çalışmaları anlamaya muktedir değildi. Çok partili hayata geçişi sağlayan DP iktidarı CHP’deki bu düşünceyi yerle bir ediyor. CHP kendini toplumun üzerinde, elit, seçkin bir zümre olarak görüyordu. Hatta CHP yöneticileri halkın arasına girmiyordu bile. Hiç şüphesiz demokrasi saltanata son vermişti ancak kendini toplumun üzerinde seçkin bir zümre olarak gören ve iktidarı halkla paylaşmayı reddeden CHP, tek parti döneminde, bir parti olarak saltanat yönetimine devam ediyordu. İktidar halkla paylaşılmadığından, tek parti döneminde parti içindeki bir zümre halkın ne düşündüğüne bakmaksızın diktatörlüğe benzer uygulamalarda bulunuyordu. Atatürk’ün çok partili hayata geçilmesini ne kadar çok istediği ortadayken, Atatürk’ün ölümünden ancak 8 yıl sonra çok partili hayata geçilmesi CHP içindeki o seçkin zümrenin halka iktidarı vermek istememesinin en büyük ispatıydı. Ancak Karpat’ın ifadesine göre, çok partili hayata geçildiğinde bile parti içindeki kişileri putlaştırma ve otokratik bir yönetim uygulama bir dönem daha devam ediyor.

CHP’nin laiklik ilkesinden sapmış uygulamaları bir yana, DP de din üzerinden oy kazanma yoluna gidiyor. Elbette yöneticilerin dini anlayışa dikkat ederek ülkeyi yönetmesi gerekir ancak dini duyguların siyasete alet edilmesi doğru değildir. Örneğin DP liderleri CHP’nin eski vekilleri olmasına rağmen CHP’de bulundukları dönemde dini hassasiyetleri kullanmıyorlar ancak DP’yi kurunca bu çerçevede köylülere sirayet etmeye çalışıyorlar. Bu yaklaşım demokratik değildir. Laiklik – din – siyaset üçlü saç ayağı ülkemiz siyasetinde her zaman çok önemli bir yer edinmiştir. Eserde bu üçlü saç ayağından biraz daha bahsedilmiş olmasını isterdim.

Eserde dikkat çeken bir diğer ifade ise CHP ve solcuların birbirinden farklı gruplar olması. Günümüz siyasetinde CHP bir sol parti olarak değerlendirilirken, 1958 yılına kadarki siyaseti anlatan eser, o dönemlerin CHP’sini sol olarak değerlendirmez. O dönemin solu komünistler ve sosyalistlerdir. Bunda CHP’nin günümüze doğru zihniyet değiştirmesi mi, yoksa komünist ve sosyalist kişilerin CHP’ye yönelmesi mi etkendir bilemiyorum. Ancak görünen o ki toplumun sosyal gruplarının siyasi eğilimlerinde, geçmişten günümüze heyelanvari bazı kaymalar gerçekleşmiş.

Eserdeki bir diğer önemli husus dilde yapılan yeniliklerdir. Dilin değiştirilmesine dair çeşitli amaçlardan bahsedilebilir. Bunlar buranın konusu değil. Ancak kitapta bu konuda geçen bölümden kısaca bahsetmek istiyorum. Karpat’a göre dil devrimi ve devamında buna mukabil yapılan değişiklikler aşırı ve radikal bir tutum içeriyordu. Laiklik ilkesinin yanlış uygulanması ile Osmanlı dönemi tarihine gereken önemin verilmemesi gibi, dil devrimi de yüzyıllarca ülkede mevcut olan edebiyata, sanata, şiire, bilime yüz çevrilmesine sebep oluyordu. İnsanlar bir anda kendi tarihi konusunda yeterli bilgisi olmayan, kendi ülkesinde 20 yıl önce yazılmış herhangi bir eseri okuyamayan, anlayamayan bir konuma düşüyordu. Osmanlı döneminde zaten okuma yazma oranının düşük olduğundan bahsediliyor ancak amaç okuma yazma oranını yükseltmekse bunu dili değiştirmeden, eğitim standardını yükselterek de yapmak mümkündü. Karpat, dil devriminin aşırılıklarının, toplumun geçmişi ile bağının kopmasına sebep olduğunu, delilleri ve örnekleri ile birlikte, önemle ifade ediyor.

Komünizmin ülkemizdeki faaliyetlerinin anlatıldığı bölümde dikkatimi çeken bir ifade yer alıyor: “yönetimin ve başka kişilerin hoşuna gitmeyen kişiler komünist olarak suçlanıyor, bu konuda sahte deliller hazırlanıyor, gerçeğe aykırı suçlamalar ile insanlar mesleğinden çıkarılıyor, hapse atılıyordu. Bir kişi için komünist denilmesi, doğruluğuna bakılmaksızın, bu kişinin hayatının çok kötü bir şekilde etkilenmesine sebep oluyordu”. Cadı avı diyebileceğimiz bu uygulama 1945 ve sonrasındaki yıllarda uygulanıyor ve sistem kendine muhalif “sivrileri” törpülüyordu. Komünizmi veya herhangi bir terör örgütünü savunmamakla beraber, şunu söyleyebilirim ki adil yargılamalar gerçek suçluları ve teröristleri ortaya çıkarmaya yarar. Cadı avı gibi mimleme, bir delil olmadan sadece yaftalanma ile kişilere terörist, komünist muamelesi yapma ise adalete muhalif olup sadece belli bir zümrenin, genellikle de yönetimin, işine yarayan bir uygulamadır. 1945 ve sonrasındaki yıllarda bu şekilde yapılmış uygulamalara göz atmak son derece önemlidir.

CHP’de milletvekili iken demokrasinin olmadığını ifade ederek ve gerçek demokrasiyi getireceğini taahhüt ederek “dörtlerin” kurduğu DP, en temel amacı olarak ülkeye demokrasiyi getirmeyi hedefliyordu. İlk seçimde muhalefet olan DP demokrasi isteğini ve amacını şiddetle yenilerken iktidara geldiğinde bu amacını ikinci plana atıyor. DP iktidarda iken demokrasiden önce ekonominin düzeltilmesi gerektiğini savunmaya başlıyor. Parti içi muhalif sözlere kulak asmayarak, muhalif partilileri ihraç ederek, basında bazı özgürlükleri kısıtlayarak ve seçim kanununda ve seçimin yapılma zamanında bazı değişiklikler yaparak DP de demokrasiden uzaklaştığını ispatlıyordu. Böylelikle DP’den ayrılan veya ihraç edilen vekiller, DP’nin demokrasiden uzaklaştığını ifade ederek Millet Partisi’ni kuruyor. Görünen o ki güçsüz olduğu dönemde demokrasi isteyen DP, güçlü olduğu dönemde demokrasiyi çabuk unutuyordu. Güç sarhoşluğu bu olsa gerek.

Eserin sonunda yer alan: “dönemin siyaseti iki kutupluydu ve partiler insanları ak veya kara olarak algılıyordu. İnsanlara üçüncü bir yol bırakılmıyor ve iki fikirden ancak birini savunması gerektiği ifade ediliyordu” tespiti son derece önemli. Böyle bir siyaset, insanları kutuplaştırarak kamplara böler. Ayrılma ve zıtlaşma “bendensin veya değilsin” anlayışıyla ayyuka çıkar. Bu da ülkenin huzurunu bozar. Siyasette her zaman bir üçüncü yol lazımdır, kutuplaşmaların önüne geçebilmek için bu elzem bir durumdur.

Başta da belirttiğim gibi, 1958 yılında yayınlanan bu eser sadece 1958 yılına kadarki Türk siyasetini anlatmaktadır. Değerlendirmemde bulunan ifadeler esere, yani Karpat’a aittir. Ben burada eserin bir özetini çıkarmaktayım. Karpat’ın eseri son derece önemli olup Türk siyasetini anlamaya çalışmanın bir ön adımıdır. Çeşitli fikir dalgalanmaları, birleşme – ayrılma hareketleri ve çok sayıda postal, cezaevi ve mezarlık gölgesine sahip olan Türk siyasetini daha iyi anlayabilmek için çok sayıda kaliteli ve objektif esere ihtiyacımız bulunmaktadır.

Kitap İncele

Exit mobile version